twitter

12 Kasım 2021 Cuma

Seni Uzaktan Sevmek: Sakaryaspor




Uzun yıllardır babamla bir maça gitmemiştik. İş-güç, ayrı şehirler, ayrı takımlar derken bizim maça gitme mevzumuz da tarihin tozlu raflarında kaldı. En son stadyumda beraber oturduğumuzda sahanın bir tarafında Saffet Akyüz, Aykut Kocaman, Zdravkov vs. diğer tarafında Kennedy, Baidoo, Tarık Daşgün vs. vardı. Maçı Ankaragücü deplasmanda 4-1 kazanırken İstanbulspor’u destekleyen 8 yaşındaki ben de ilk stadyum mağlubiyetimle tanışmıştım. Kardeşim yenilen gollerden sonra Ankaragücü’nü tutmaya başladığı için eve kazanan taraf olarak dönmüştü.

Babamla futbola dair tek ortak noktamız Sakaryaspor oldu. Benim hatırladığım ilk Sakaryaspor maçında Mohammed Ali Kurtuluş yeşil siyahlı formayı giyiyordu. TRT’de gördüğüm bu maç 1998 yılındaydı. Yani 8 yaşımdan itibaren bilinçli olarak Sakaryaspor’u destekliyorum diyebilirim. 1990’da İstanbul’da doğup yaz tatilinde bir sahil kasabasına giderek sadece yeşil siyaha gönül vermek kolay değil. Van Gobbel’den de önce sarı kırmızı formamla sokakta top oynuyordum. Diğer taraftan orta okula giderken 2001-2002 sezonunda Türkiye Kupası’nda Beşiktaş-Sakaryaspor maçını okulun çay ocağında izleyip Tuncay Şanlı’nın sahneye çıkışını görmem, şehrin evladı Şaban Yıldırım’ın takımı direkt Süper Lig’e çıkarışına şahit olmam, playoff finalinde Taner Demirbaş’ın Altay’ı sahadan silişini izlemem yeşil siyahı da aklımın bir köşesinde tutmama yardımcı oluyordu.

Ortaokuldan sonra bir daha Galatasaray formam olmadı. Lisede resim çantasında Said Makasi yazan bir öğrenciydim. Lise akli melekelerin kaybolduğu yıllardı. Beden eğitimi derslerinde benim yeşil siyah çubuklu formamdan sonra şehir takımları furyası oluştu. Malatya’dan Antep’e okul bahçesinde Fazlı Ulusoy’lar Serkan Bensol’ler, Franco Cangele’ler top koşturuyordu. O yıllarda Saffet Sancaklı’nın İstanbulspor’u benim için Sakaryaspor maçı demekti. İstanbulspor'un kalecisi Erol'a kafayı yedirten kimdi hala merak ederim. Eeeeröööllll diye bağıra bağıra en az Burak Akdiş kadar faydalı oldu. Yenibosna’dan Güngören’e Sakaryaspor nereye gelirse o stada gittim. Burak Akdiş ve Ferdi Başoda’nın forvet ikilisi olduğu sezon Yedi Bela Hüsnü tezahüratları eşliğinde Süper Lig’e çıkmamıza kesin gözüyle bakılıyordu. O takım nasıl olduysa direkt çıkamadı ve playoff’a kaldı. Şansıma playoff maçı Ali Sami Yen’deydi. Kapalı altta izlediğim maçta ilk yarıyı 2-0 önde kapattık. Yine ne olduysa ikinci devre maç 2-2 bitti ve penaltılarda Bolu’ya elendik. Yenildiğimiz yetmedi bir de statta esir kaldık.

2010 yılında Sakaryaspor’dan umudun kesildiği ortamda Şaban Yıldırım takımı 2. Lig playoff şampiyonu yaparak büyük bir sürprize imza attı. Zaten sonra ne zaman umutlar bitse Şaban Yıldırım göreve getirildi. Efsane geri mi dönüyor derken ertesi sene 2. Lig’e geri döndük. Sonraki yıllar 3. Lig’de, olmadık deplasmanlarda maça gitmekle geçti. Ankara Demir’in Sakaryaspor’un nemesisi olması da bu döneme denk gelir. 3. Lig playoff’unda Erzurumspor’u Burak Göksel’in golüyle elerken İzmir’de karşımıza yine nemesis Ankara Demir’in çıkacağını düşünmeden şampiyonluk havasına girmiştik. Ne yapalım kısmet işte Olimpiyat Stadı’nda 3. Lig şampiyonluğuna sevinmek de varmış. Sonrası daha yakın zamana denk geliyor. Hikayemiz “Playoff Finali ve Kaybetmek” adlı bir filme dönüştü.

Bu yıl (2021/22 sezonunda) artık hedef direkt olarak bir üst lige çıkmak. Kadro kalitesi direkt çıkmak için yeterli. Altyapıdan oyuncu yok. Şehri ve takımı yönetenlerin tek prensibi üst lige çıkmak olarak gözüküyor. Gerisi önemli değil. Kendi adıma üst lige çıkmayı takımı takip edebilmek için istiyorum. Maçları Youtube’dan cep telefonu kamerası çekimiyle izlemekten yoruldum. Takımın istatistiklerine bakabileceğimiz bir ligde olsak hiç fena olmaz. Yoksa başarı falan pek umurumda değil. 18 altyapı oyuncusuyla oynamak benim için en büyük başarıdır.

Bu hafta fırsat bulunca Sakaryaspor-Afyon maçı için babamı aradım. Adapazarı Kuzey Terminal’de buluştuk. Maraton’da koltukları sökmüşler güzel olmuş. Zaten orada koltuğa oturan birini görmedim. Biz yan tarafta sakin bir yerde oturup maçı izledik. Sakaryaspor Avrupa’nın en az gol yiyen takımı olarak yine gol yemeden maçı tamamladı. 2-0 kazandık. Sakarya Atatürk Stadı’ndan sevgiler.

29 Ağustos 2021 Pazar

Fazlasıyla Kisisel Bir C.Ronaldo Yazısı

 


Genç yaşta takip etmeye başladığımız ve sonrasında o isimle özel bir bağ kurduğumuz şahsiyetler vardır. Rihanna'yı ilk kez Kobe Bryant videolarının içine eklenmiş "Pon de Replay" şarkısıyla keşfettikten sonra Umbrella ile yükselişini izlemek, Ricky Rubio’yu 16 yaşında Joventut Badolona’dan beri takip etmek ve sonra NBA’e gidip yıldız olmasını görmek insana ayrı bir keyif verir. Pablo Aimar’ı River Plate’ten beri takip ederek Valencia’nın maestrosu oluşunu görmek gereksiz bir şekilde sizi gururlandırabilir. Cristiano Ronaldo da hikayesini başından beri takip ettiğim oyunculardan birisiydi. Ama onun geldiği nokta beklentilerimi "biraz" aştı.

2003 yılının Ağustos ayı, 13-14 yaşlarındayız, okul bahçesinde basketbol oynuyoruz. Henüz rakip gelmemiş. Şut atarken bir yandan da muhabbet ediyoruz. Murat söze giriyor. Manchester United Ronaldo’yu almış. Seko ve Alper'le bakışıyoruz. Haliyle 2002 yazının Dünya Kupası gol kralı Brezilyalı Ronaldo Nazario de Lima aklımıza geliyor. Şaşırıyoruz. Çok iyi transfer olduğunu söylüyoruz. Murat bu tepkiyi beklediğinden hemen bahsettiği oyuncunun bizim düşündüğümüz Ronaldo olmadığını söylüyor. Portekizli genç yıldızın ismini ilk kez bu anda duyuyorum. Yani o meşhur Man United-Lisbon hazırlık maçını izleyen 657 milyon kişiden birisi değilim J

Sezon başlıyor. Bir yandan CM oynuyor bir yandan da Premier Lig maçlarını takip ediyorum. Aklım yeni Ronaldo’da. Sporting Lisbon’da bir hazırlık maçında keşfedilişi ve top tekniğinin çok iyi olduğu konuşuluyor. Yeni Beckham olarak 7 numarayı teslim alıyor. Beklenti büyük ama yaşı daha küçük. 1985 doğumlu oyuncu, o dönem henüz 18 yaşında. Maçlarda bu genç adamı izlemek istiyorum ama genelde yedek kalıyor. Sezon ilerledikçe sonradan girip çoğunlukla gereksiz olan şovlarını yapıyor. Henüz kendini kanıtlamamış. Ben yeni adamımı buldum diye düşünüyorum. Aimar sevgimin yerini alacak adam belli oldu diyorum.

O dönemin tek kaliteli futbol dergisi olan Goal’ü düzenli alıyorum. Dergiyi bulmak kolay değil. Yıldırım mahallesini arşınlamak gerekiyor. Şanslıysam Ali Fuat'ta falan bir bayi getirmiş oluyor. O ayki sayıda Cristiano Ronaldo’ya da yer verilmiş. En çok ilgimi çeken bölüm özelliklerinin yazılı olduğu sütun oluyor. En büyük eksiği olarak gol vuruşları yazılmış. İşin garibi bu o dönem için hiç de haksız bir analiz değil. Dergiyi saklayacağıma Ronaldo’nun fotoğraflarını kesip ortaokuldaki matematik defterime yapıştırıyorum. Vodafone reklamlı kırmızı forma, saçının iki yanından sarkan ikişer tel, uzun ve dağınık saç, çarpık dişler, hafif sivilceli bir tip… Kesinlikle bugünkü Ronaldo’dan bahsetmiyoruz. Sahada baskın bir oyuncu değil. Sonradan giren seyircinin potansiyeline inandığı genç bir çocuktan bahsediyoruz. Sezon ilerledikçe kendini gösteriyor.

2004 Avrupa Şampiyonası’nda kadroda yer alıyor. Portekiz kendi evinde finalde kaybederken benim aklımda bir pozisyonda Ronaldo’nun çalım atsa kaleciyi geçip golü atabilirdi diye düşündüğüm bir an kalıyor. O da belki o anı hatırlayarak maç sonunda göz yaşlarına hakim olamıyor. 

Ekim 2004’te Manchester United Fenerbahçe’yle Şampiyonlar Ligi’nde karşılaştı. Rooney ilk CL maçında hat-trick yaptı. Ben o hafta mahalledeki spor mağazasına gidip Ronaldo forması soruyorum. Dükkan sahibi 11 numaralı Real Madrid formasını uzatıyor. Ben Manchester’daki Ronaldo deyince anlam veremiyor. “Manchester’dan bir tek Rooney var. Fener’i mahvetti bu çocuk, sana onu vereyim” diyor. Ben ise Cristiano Ronaldo forması almakta ısrarlıyım. Dükkanda arkası boş bir Manchester United forması buluyoruz. Adam arkaya "7 Ronaldo" yazıyor. Ama fontlar rezalet. Times New Roman’la Ronaldo yazmış. 7 desen üstteki yazıya bitişik böyle ip ince bir 7.  Benim moralim biraz bozuluyor. (Zaten bu dükkandan ne zaman forma alsam bir gariplik oluyor. T-Mac’in Orlando Magic formasını aldığım yaz T-Mac Houston’a takas olmuştu.) Neyse ben kafayı takmışım o formayı alacağım. Bir de bu Ronaldo’ların karışması mevzusu kafama takılıyor. Adama “abi bir de başına C. yaz diyorum” Böylece C. Ronaldo formama kavuşuyorum. (Ronaldo’nun formasında hiç C. Oldu mu bilmiyorum.) Yıllar sonra annemin formayı temizlik bezi yaptığını öğreniyorum.

Benim Ronaldo sevdası sürerken hem Man United hem Ronaldo performansını artırıyor. Yine de o dönem Ronaldo hala zirvede değil. Mesela Milan-Man United Şampiyonlar Ligi eşleşmesinde Kaka Manchester ekibini tek başına dağıtıyor. Henüz tam olarak bir winner Ronaldo’dan bahsedemiyoruz. Lise dönemimde Four Four Two’nun Türkiye versiyonu bir Cristiano Ronaldo posteri veriyor. Hangi akla hizmetse sınıfın tavandaki kirişine asıyorum posteri. Ben bunu asıp hocalar da görmezden gelince tüm sınıf tavandaki kirişin sınıfa bakan tarafına posterler asıyor. Sınıf maçlarında Ronaldo forması giydiğimden bahsetmeme gerek yok sanırım. (Son sınıfta memleket sevgisi ağır basınca Sakaryaspor formasına geçmiştim.)

Ronaldo’nun rekor bedelle Real Madrid’e geçtiği dönem artık benim Cristiano’dan uzaklaştığım zamanlar... Yaş da ilerleyince fan boy işlerine girmiyoruz artık. Yine de her maçını takip ediyordum ama benim Ronaldo artık tamamen küresel bir süperstara dönüşmüş, kamuya mal olmuştu. Aimar hiçbir zaman bu seviyeye çıkamamıştı. Onunla aramızdaki bağ bize özel olarak kalmıştı. Hatta zaman geçtikçe Aimar kendi seviyesinin de altına inmişti. Ronaldo ise tüm seviyelerin üzerine çıkarak kazanılabilecek her şeyi kazandı. Artık soyadının başına C. yazmama gerek yoktu. Ronaldo forması isteyince verilen forma onunkisiydi. Messi ile çekişmesi Ronaldo’yla bağımı koruyan nadir şeylerden oldu. Nemesis bulunmuştu. CR7, İspanya’da uzay takımı olarak nitelendirilen Barcelona ve Messi’ye karşı destansı bir rekabete girdi. La Liga’nın en popüler dönemiydi. Her El Clasico box office gişe filmi muamelesi görüyordu.

Üniversite döneminde Manchester’a gitme durumum oldu. Benim uçağımın olduğu gün Ronaldo da Demirören AVM için Türkiye’ye geliyordu. Havalimanına giderken aklımın bir ucunda acaba Ronaldo’yu görür müyüm diye safiyane bir düşünce de vardı. Tabii ki ortada Ronaldo falan yoktu. Onun yerine Muazzez Ersoy ve Nükhet Duru’yla dış hatlara doğru uzun bir yürüyüş yaptık ve üçümüz yan yana oturup boarding saatini bekledik. Onlar Ercan havalimanına Kıbrıs’a, ben de Manchester’a gittim. Haliyle Ronaldo’yla Manchester’da da buluşamadık. O dönemde İngiltere’de El Clasico’ları İspanyollarla birlikte izleme şansım oldu. Bu tarihi maçın duygusunu tam anlamıyla orada hissetmiştim. Atletico Madridlilerin Barcelonayı desteklemesi, Real’e duydukları nefreti her fırsatta dile getirmeleri rekabetin düzeyini bana anlatmak için yeterliydi.

2015 Mart’ında uzun süredir planladığım İspanya tatilini gerçekleştirdim. Maç izlemek için iki haftasonum vardı. İngiltere'de tanıştığım arkadaşları ziyaret etmek için Madrid, Valencia ve Barcelona’ya gidecektim.  İlk haftasonu Atletico Madrid maçında Bayrampaşa ve Galatasaray atkılarımla Arda’yı izledim. Sağ olsun arkadaşım Ruben'in kombinesiyle Vicente Calderon'u yıkılmadan görmüş olduk. (Şimdi olsa bu haftasonunu Messiye ayırırdım. Arda’nın o dönemki tek vukuatı ayakkabı atmaktı. sonra bu vukuatlar arttı. ) Sonraki haftasonu bir seçim yapmam gerekiyordu. Ronaldo ya da Messi… Tercihim belliydi. Real Madrid-Levante maçında Cristiano’yu ilk ve son kez canlı olarak izledim. Arkadaşlarım Alejandro ve Javi bileti biraz yukarıdan aldıkları için Ronaldo'yu Felix Baumgartner gibi uzaydan izledim.

Cristiano'nun 2016 Avrupa Şampiyonası’nda sakatlanarak finalde gözyaşlarıyla maçı terketmek zorunda kalması ve o yakın plandaki güve aklımda kalan diğer anılardan oldu. 2004’te Portekiz'de kaybedilen finalde sonra ev sahibi Fransa'yı yenerek kazanılan kupa Ronaldo adına sevindiriciydi.

Cristiano’nun yüzlerce golü arasında kafamı iki elimin arasına aldığım goller Kral Kupası finalinde Barcelona’ya attığı kafa golü, Juventus’a attığı röveşata ve Juventus formasıyla göğe yükselip attığı kafa golü oldu. Portekiz formasıyla İspanya’ya attığı ama Nani’nin dokunarak ofsayta düşürdüğü sayılmayan golü de hala içimde ukdedir.

Real Madrid sonrasında tüm dünyaya mal olan ve karikatürize olacak kadar ünlenen Cristiano Ronaldo 36 yaşında Manchester United’a geri dönüyor. Artık Ronaldo dönmüş denildiğinde Cristiano'nun uzun uzadıya bir şeyler anlatmasına gerek yok. Michael Jordan’ın geri döndüğünde yazdığı gibi I‘m back demesi yeterli.

 

7 Haziran 2021 Pazartesi

Galli Hoca'nın Kolaylıkla Unutulacak Hikâyesi

 


Bölüm 1: Arayış

Damned United filmini kaç kez izlediğimi hatırlamıyorum. Yine o günlerden birisi olsa gerek..

-          Benim bir futbol takımı bulmam lazım.

-          O nereden çıktı?

-          Antrenörlük yapacağım.

-          Tamam bul.

Eşimle bu konuşmayı yaptıktan sonra evime en yakın amatör futbol takımını aramaya karar verdim. Amacım çocukluk hayalimi gerçekleştirerek amatör bir takımda futbol oynamak ve aynı zamanda antrenör ekibinde gönüllü olarak görev yapmaktı. Google yardımı ile en yakın kulübün telefon numarasını buldum. Hemen aradım. Çalıyordu.

-          Yıldırım Emlak buyurun.

-          Orası emlakçı mı? Ben Pırasaspor’u aramıştım.

-          Hee dur bakayım sen. Remzi Abi gel seni arıyorlar.

-          Buyurun Pırasaspor.

O anda kafamda Kemal Sunal’ın “Korkusuz Korkak” filmindeki gibi bir ofis canlandı. Güneş ışığının naifçe içeri sızdığı tozlu masada bir emlakçı, karşısındaki ufak sehpadan bozma şeyde de bir futbol kulübü vardı. Arayanı çok olduğu için telefon emlakçının masasındaydı. Belli ki ufak ama çok amaçlı bir odayı aramıştım.

-         Merhaba, ben futbolcu lisansı çıkarmak ve antrenörlük konusunda kendimi geliştirmek istiyorum. Sizin takımınızda görev alabilir miyim?

-      Tabi kardeşim neden olmasın. Bir forma yaptırırsın. Hem lisansını çıkarırız hem de bizde antrenörlük stajını yaparsın.

-         Kendime mi forma yaptıracağım.

-        Yok. Formayı bütün takıma yaptırıyorsun.

-         Anladım.

Evime en yakın futbol takımı lisans işi ve antrenörlük tecrübesi için fazladan bir de forma parası isteyince Pırasasporla duygusal bağlarımı bir anda koparmıştım ama hemen vazgeçecek de değildim. Şimdi rotayı başka bir kulübe çevirmeliydim. Ama hangi kulübe? Bu sorunun cevabını bulmak için doğru kişiye danışmalıydım. Bölgedeki bütün amatör takımları aramak -henüz olmayan- antrenörlük itibarım için iyi olmazdı. Nokta atışı bir seçim yapmam gerekiyordu. Bu çetrefilli konuyu çevremde futboldan en az anlayan kişiye açtım. Eşimin futbolla ilgisi Jardel’le sınırlıydı. Jardel Türkiye’de oynarken bir şarkının video klibinde oynamıştı ve bu klip tıpkı Hugo’ya küfreden çocuğun videosu gibi internette bulunamıyordu. Bu özel bilgi her futbol muhabbetimizde tekrar gündeme gelirdi.

Eşim sorunuma sosyolojik yaklaştı.

-          "Buralardaki zengin muhitlerin futbol takımlarına bakabilirsin. En azından telefonu emlakçı açmaz."

İlginç ama mantıklı bir önermeydi. Aklıma ilk gelen varlıklı yeri düşündüm. Futbol takımları olup olmadığını bilmiyordum. Cevabını bulmak için muhitin adının sonuna “spor” ekledim ve internette arattım. Gerçekten de bir futbol takımları vardı. Hemen numarayı aradım. Çalıyordu.

-          Alo, merhaba, Yüksekhangarspor mu?

-          Evet buyurun.

-          Kulüp başkanı Richard Bey’le mi görüşüyorum.

-          Evet. Ne için aramıştınız.

Telefon hemen açılmıştı. Ses tonu gayet kibardı. Kafamda telefonda konuştuğum yeri hayal edebiliyordum. Büyük bir masa, önünde isim soyisim yazan küçük bir levha, arkada kazanılan kupalar ve duvarda çerçeve içinde bir takım posteri gözümde canlanıyordu. Sözü fazla uzatmadım.

-     Ben lisans çıkarmak için aramıştım. Antrenörlük… Söze hızlı girmiştim ama çıkamıyordum. Adama  hayat hikayemi anlatmıştım. Cevabı kısa oldu.

-        Biz kulübü kapattık kardeşim.

-        Hmmm. Hayırlı olsun.

-      Ama sen madem bu antrenörlük işine bu kadar heveslisin ben seni Balıkspor’un başkanı Sam Hoca’ya yönlendireyim.

-        Teşekkürler.

Yüksekhangarspor’un kepenkleri indirdiğini öğrendikten sonra artık son şansımı denemek üzere Balıkspor’u aradım. Bu sefer durumumu kısaca anlattım. Sam Hoca’nın babacan bir ses tonu vardı. Ekstra bir para istemedi. Ertesi gün detayları konuşmak üzere beni kulübe davet etti. Çim sahanın yanındaki emektar kafede boş bir masada oturan hocayı görünce hemen telefondaki sesin o olduğunu anladım. Vicente Del Bosque gibi bir adamdı. Çay eşliğinde biraz muhabbet ettikten sonra aynı gün lisansı çıkardık. Sam Hoca önümüzdeki haftadan itibaren U17 takımıyla ilgilenebileceğimi söyledi. Her şey tam da istediğim gibi gidiyordu.

Ben tam ayrılırken hoca “Cumartesi maç var; istersen gel” dedi. 

Yeni takımımı tanımak için fırsat bu fırsattı.

-        Tabi ki gelirim hocam...

Cuma akşamı uyumadan önce yarınki maçı izlerken alacağım notları düşünüyordum. Tüm takımın isimlerini öğrenecek, mevkilerine göre listeleyecektim. Dersimi iyi çalışıp ilk idmanda farkımı ortaya koyacaktım. Sabah uyanıp arabaya atladım. Daha önce hiç gitmediğim bir yere doğru navigasyon yardımıyla yola koyuldum. Yol sakindi. Biraz çevresinde dolaştıktan sonra stada girmeyi başardım.


10 Mart 2021 Çarşamba

Graham Potter: Kendi Yolunu Bulmak

 


Kendi Yolunu Bulmak

Graham Potter

Soyunma odasında pozitif bir atmosfer olduğunda bir oyuncu olarak bunu hissedersiniz. Zorlukların üstesinden gelebilmek için dirençli olmalı ve baskı altında birlikte çalışabilmelisiniz.

Sahip olduğum futbolculuk kariyeri için kendimi şanslı hissediyorum. Bir şekilde, Southampton ile Premier Lig’de oynama ayrıcalığına eriştim fakat kariyerimin çoğu “League Two”, “Konferans ” gibi alt liglerde geçti.

O yıllarda her yıl binlerce futbolcu kontrat alamıyordu ve oyunun dışında kalıyordu. Yine de futbolun beni de sahanın dışına iteceğini hiç düşünmemiştim. 30 yaşıma geldiğimde futbol beni bırakmadan ben futbolu bıraktım.

Dürüst olmak gerekirse artık oynamaktan keyif almayı bırakmıştım. Çocukluğunda en büyük hayali futbol oynamak olan biri için bunu kendine itiraf etmesi zordu. Kariyerim ilerledikçe bu hisse kapılmaya başlamıştım. Bir noktada artık Manchester United ya da Real Madrid’in beni istemeyeceği aşikardı.

Her futbolcu emekli olduktan sonra kulübüne gitmeden, bir role, kimliğe sahip olmadan yaşamanın ne kadar zor olduğunu söyleyecektir. Ben de o dönemlerde kendi yolumu bulmaya çalışıyordum. Finansal olarak sorunum olmadığı için şanslıydım. Futboldan sonra yeni bir kariyere ihtiyacım vardı ve bunun için proaktif olmalıydım.

Futbolculuk kariyerimin son yılında Sosyal Bilimler alanında öğrenciliğe başlamıştım. Emekli olduktan sonra tam zamanlı öğrenci oldum. Aynı zamanda gönüllü olarak antrenörlük yapmaya ve antrenörlük için belgelerimi almaya başladım.

Teknik direktör olma düşüncesi iyice kafamda belirginleşmeye başladı. Zaman ilerledikçe futboldan kazandıklarımı oyuna geri verebileceğimi düşündüm. Antrenörlük sürecinde ilerlerken futbolcu olarak sahada yaşadığım tecrübelerimin yeterli olmadığını fark ettim. Bir antrenör olarak kendimi denemeli ve hatalar yaparak öğrenmeliydim. Antrenörlük ve iletişim yeteneklerimi geliştirmem gerekiyordu.

Okulumu bitirdikten sonra öğretmenlik için belgelerimi aldım. Üniversite’de çalışmaya ve orada antrenörlük yapmaya başladım. O yıllardaki amacım elde edebildim kadar saha pratiği kazanmaktı.

“Kararları verecek olanlar futbolculardır. Onlara ne yapmaları gerektiğini söyleyemem. Futbol böyle bir şey değil.”

Antrenörlük gelişimi kişinin sahip olduğu tecrübelere dayanan oldukça bireysel bir süreçtir. Yıldız futbolcular oyunu zaten çok üst düzeyde oynadıkları için en yüksek seviyeden antrenörlüğe başlayabilirler. Fakat benim kariyerim ve yeteneklerimde olan birisi için kendimi diğer alanlarda da geliştirmem gerektiğini fark ettim.

Biraz önce bahsettiğim antrenörlük hatalarını gönüllü olarak yaptığım işlerde yapmalıydım. Bu olası  hataların profesyonel futbolda işimi kaybetmeme neden olacağını biliyordum. Profesyonel arena gelişmek ve öğrenmek için zamana ihtiyaç duyanlar için fazla acımasız olabilirdi.

İlk iki işim antrenörlük ve futbol gelişimimi birlikte yapabileceğim üniversite sektöründeydi. Benim için önemli bir zaman dilimi oldu. Antrene ettiğim oyuncuların çoğu profesyonel futbol geçmişi olan isimlerdi. Futbol seviyeleri oldukça iyiydi. Bu nedenle onların keyif aldığı aynı zamanda da onlara bir şeyler katabileceğim metotlar geliştirmem gerekiyordu.

Üniversite alanında çalışmak bana olimpik programın nasıl işlediğini öğrenme fırsatı sundu. Kendi olimpik kültürlerini nasıl yarattıklarını ve atletleri nasıl geliştirdiklerini gördüm. Bu gözlemler birkaç yıl sonra profesyonel futbolda ilk işim olan Östersunds FK takımında bana çok fayda sağladı.

ÖSTERSUNDS FK

Yeni işime gittiğimde Östersunds takımı İsveç’in 4. Ligine düşmüştü. Kulüp çevresinde olumsuz bir hava vardı. Negatif düşünceler ve negatif tutumlar çoğunluktaydı.

Daha önce gördüklerimi ve öğrendiklerimi düşündüm. Olumsuz havayı dağıtmak için neler yapılması gerektiğine kafa yordum. Antrenör olarak işimin oyuncuların gelişimine yardım etmek olduğu düşüncesini benimsedim. Bir şeylerin parçası olduklarını hissetmelerine yardımcı oldum. Son olarak onlara saha içinde seçim şansı tanıdım.

Çünkü kararları verecek olanlar futbolculardır. Onlara ne yapmaları gerektiğini söyleyemem. Futbol böyle bir şey değil. Oyuncular kendi kararlarını verebilmeli ve bu kararların sorumluluklarını alabilmeli. Ben de işte o zaman onları desteklemek için orada olurum.

“Eğer bir kimliğe sahip olursanız ve organizasyonunuza getireceğiniz insanlar için belli bir tipolojiniz varsa, oyuncu almak oldukça kolaydır.”

Ortamı oluşturduğunuz zaman işler rayına girmiş demektir. –Oyuncuların gelişimine nasıl yardımcı olabiliriz? Günlük rutinlerde neler yapmamız gerekiyor? Birbirimizle iletişimi nasıl kuracağız?

Bunlar beraberinde bazı önemli şeyleri getirir: empati, ilişkileri inşa etme, kişisel farkındalık, sorumluluk. Nerede olursanız olun, bence eğer bir takım içinde bu saydıklarıma güçlü bir şekilde  sahipseniz başarılı olabilirsiniz.

Östersund’daki ilk sezonumda daha çok var olan oyuncu grubumuzu geliştirmek için zaman harcadık. Oyunculara sunacak bir şeyimiz olmadığı için Güney İsveç’ten ya da kasabanın dışından oyuncu alamayacağımızın farkındaydık. Geleneğimiz, tarihimiz ya da kültürümüz yoktu ve finansal olarak da rekabet edecek konumda değildik.

Biz de elimizdeki oyuncu grubuyla çalıştık ve bizi bir fırsat olarak gören oyuncuları takıma kattık. Jamie Hopcutt ve David Accam bu şekilde takıma geldi. Bu gençler çok fazla futbol oynama fırsatı bulamayan ve Östersund’un sunduklarına talip olan, burayı bir fırsat olarak gören oyunculardı.

Bu süreçte kulübünüzün değerlerini ve nasıl oynamak istediğini anlamak en önemli şeylerden birisidir.

Eğer bir kimliğe sahip olursanız ve organizasyonunuza getireceğiniz insanlar için belli bir tipolojiniz varsa, oyuncu almak oldukça kolaydır. Bence bu tüm organizasyonlar için geçerli bir durum.

Başkanın nihai hedefinin İsveç’in elit takımları arasına girmek ve Avrupa’da oynamak olduğunu biliyordum ama oraya ilk gittiğimde bir ortam kurmaktan, bir kimlik oluşturmaktan ve ilk yılımda üst lige çıkmaktan başka bir şey düşünemedim.

Başka şeyler hakkında ne kadar çok konuşursanız konuşun sonuçlara bağlı olan bir iş yapıyoruz. Çok hızlı bir şekilde sahada istenenlere adapte olmalı ve nasıl maç kazanacağınızı anlamanız gerekiyor.

Eğer dürüst olmam gerekirse kulüpte bir şeylerin değişeceğini fark ettiğim zaman ikinci sezonumun son günüydü.

“Avrupa ligi tecrübesi bana hayatım boyunca hatırlayacağım anları verdi.”

İlk yılımda bir üst lige çıkmıştık ama takip eden sezonda hiçbir kulvarda zirvede değildik. O dönem takım hakkında çok fazla şüphe ve olumsuz hava vardı. David Accam’ın sezon ortasında Helsinborg’a gitmesi bizim için hiç iyi olmamıştı. David denizaşırı ülkeden gelen ve toplum ve taraftarlar arasında pozitif bir etki oluşturan ilk oyuncuydu. Herkesi heyecanlandırmıştı.  O gittiğinde bazı taraftarlarımızın takıma olan inancı da David ile birlikte gitti. Taraftarlar bir üst lige çıkma şansımızı sattığımızı düşündüler.

Tekrar denemeli ve yeniden bir inanç inşa etmeliydik.

Sezonun son günü ligin birincisiyle deplasmanda Stockholm’de oynuyorduk. Takımla beraber 600 taraftar başkente geldi. 1-0 kazandık ve o sezon ilk kez ligin ilk sırasına ve aynı zamanda bir üst lige yükseldik. 

Kulüp için çok büyük bir olaydı. O noktada önemli şeylerin değiştiğini düşündüm.

2016 yılında İsveç 2. Ligi’ndeki 3 sezondan sonra kulüp tarihinde ilk kez en üst lig olan Allsvenskan’a yükseldik. Başkanın vizyonundaki bir madde sonunda gerçekleşmişti.

Sonraki yıl başkanın vizyonunu tamamlayacaktık.

Kulüp tarihindeki ilk büyük kupa olan İsveç kupasını kazanarak başarabileceklerimizin sınırlarını genişlettik. Bu kupa bize sınırlarımızı daha uzaklara taşıma fırsatı sundu. Kulüp tarihinde ilk kez Avrupa kupalarında mücadele edecekti.

“Avrupa ligi tecrübesi bana hayatım boyunca hatırlayacağım anıları verdi. O dönemi düşününce, takımımın cesaretli ve karakterli oyununu izliyordum. Takımımın sahada ne yapması gerektiğini tam olarak anlayıp uygulamasına şahit oluyordum.

Bu süreç bana eğer her birinizin inandığı gerçek bir kimliğe sahip olursanız nelerin mümkün olduğunu gösterdi. Yapmaya çalıştığınız şeyde kendinize güvenmenin önemini gösterdi.

Kendi yolunuzu bulduğunuzda neler olabileceğini gösterdi.

 Bu yazı The Coaches' Voice sitesinden çevrilmiştir.

Yazının orijinali: 

https://www.coachesvoice.com/afc-swansea-graham-potter/?utm_campaign=Graham%20Potter%20Finding%20the%20way&utm_medium=Social%20organic%20post&utm_source=Twitter&utm_content=&utm_term=