twitter

27 Ocak 2020 Pazartesi

Elveda Kobe...




İlk izlediğim NBA Finali 1999’daydı. Daha 9 yaşındaydım. O yıldan sonra basketbola âşık oldum. NBA maçlarının delisiydim. NBA Action programını yan komşumuz Muratların evde mahalleden arkadaşlarla beraber izliyorduk.  O yıllarda her masaüstü bilgisayarla birlikte alınan ve genelde kartuşu bitince bir daha kullanılmayan yazıcıdan tüm kartuşu bitirme pahasına Chris Webber posteri çıkarıyorduk. 99'dan sonra her NBA finalini izlemeye başladım. NBA'de ilk temsilcimiz Mirsad kendine verdiği sözü tutamamış geri dönmüştü. Amerika’daki tek temsilcimiz Hidayet’ti. Ben de Hido’nun takımını destekliyordum. Sacramento şampiyon olacak kadar iyiydi. Her seferinde onların şampiyonluğunu engelleyen Lakers oluyordu. 8 numaralı formasıyla Kobe Bryant durdurulamıyordu.

Ben o günden sonra Kobe’nin rakibi kimse onu tuttum. En sevdiğim oyuncu ise Kobe’nin ezeli rakibi T-Mac’ti. T-Mac diye diye herkesin başının etini yiyordum. Lisede yıllıkta benim ismimden daha çok T-Mac’in ismi vardı. Lisede yakın arkadaşım Erdem, Kobe hastasıydı. Sürekli birbirimize Kobe mi T-Mac mi diye sataşırdık. Ben çeşitli argümanlarla T-Mac’i savunmaya çalışırdım. Onun işi daha kolaydı. O Kobe’yi savunuyordu.  Lise boyunca hep Kobe’nin başarılarını izledim. Hidayet Spurs’e gitti. Yine Lakers’a elendi. Kobe yine bütün hayalleri yıkmıştı. T-Mac’in Houston’ı Kobe’ye rakip bile olamıyordu. Rakipler değişiyordu ama her finalde Kobe vardı. Memo’lu Detroit kazanınca çok sevinmiştim.  Kobe de yenilebiliyormuş dedim.

Karşı komşum Seko’nun 8 numaralı bir Lakers forması vardı. O da T-Mac tarafında olsa da Kobe sevgisini saklamıyordu. Bana Kobe videolarından oluşan bir CD vermişti. Her gün videolardan Mamba'nın yaptığı hareketleri izliyordum. Ben de gizlice seviyordum Kobe’yi. T-Mac’in kariyeri sakatlıklar nedeniyle kısa sürdü. Kobe ise hala zirvedeydi. Bir gün uyandığımda NBA TV’de Kobe’nin 81 sayı attığını gördüm. Grafikte bir hata olmuştur 18’dir diye düşünmüştüm ama sonra gerçekten 81 attığını öğrendim. Sabahın köründe Erdem’i aradım. Şaşkınlığımızı, hayranlığımızı birbirimize anlattık. 2008’de Hidayet, takımı Orlando’yu finale çıkarmıştı ve rakip de kazanan da yine Kobe’ydi.  Ben hayatım boyunca Kobe’yi izledim. Bazen Boston’ı, bazen Orlando’yu bazen de Spurs’ü destekledim. Ama her seferinde Kobe’yi izledim. Onun bireysel olarak oyuna kattıkları beni çok etkiliyordu. Dip çizgiden girip vurduğu ters smaçlar, fade away atışları tek pota maçlarımızda bana ilham verdiyordu. Lisedeki yamuk potamıza ondan gördüklerimi uygulamaktan çekinmiyordum. En büyük alametifarikası ise kazanma hırsıydı. Kazanmayı Kobe’den öğrenmiştim. Öyle bir basketbol oynuyordu ki sonsuza kadar parkede kalacak gibiydi. Aşili kopsa gelip serbest atış atıyordu. Son saniyelerde eli titremiyordu. Ama o da artık yaşını almıştı.  

Basketbolu bıraktığı gün 60 sayı atıp maçı kazandı. Giderken bile kazanıyor herkesi etkiliyordu. Ben artık Kobe’yi izleyemeyeceğimi anladıktan sonra FB profilime şu yazıyı yazdım.

“9 yaşımdan beri rakibi kimse onu desteklediğim adam bu sene basketbola veda ediyor. Her seferinde hayallerimi yıkmış olmasına rağmen Kobe'yi izlemekten aldığım zevki hiçbir oyuncudan alamayacağım gerçeğini ancak o bırakırken kabulleniyorum. Oyun seni özleyecek Mamba !”

Basketbolu bıraktıktan sonra NBA izlemediğini öğrendim. Sonra kızı basketbol oynamaya başlayınca tekrar maçları izlemeye başlamış. Oyuna tutkusu kızıyla birlikte yeniden yeşermiş.

Mirasını devam ettirecek bir erkek çocuğunun olmaması ne kötü diyenlere cevap kızı Gianna'dan geliyordu.  “Ben varım; ben devam ettireceğim” sözleri Kobe'nin tutkusunun alevlenmesinde en büyük etkenlerden birisi oldu. Kızından bahsederken gözleri ışıldıyordu. Kobe’nin kızıyla maçlara gelip görüntü vermesi benim de içimi ısıtıyordu. 1,5 yaşındaki oğluma bakıp aynı hayalleri ben de kuruyordum. Evladının büyüdüğünü görmek, bir şeyler başardığını izlemek ne kadar huzur vericiydi. En çok da twitter'da önüme düşen kızına taktik verirken kameralara yansıdıkları o an  hoşuma gidiyordu.

26 Ocak akşamı evde ailemle film izlerken telefonu bir kenara atmıştım. Bir anlık filme olan konsantrasyonuu kaybettim telefonuma baktım. Telefonun ışığı yanıp sönüyordu.

Alelade telefona baktım. NBA grubunda Kobe ve üzgün bir surat vardı. Erdem’in de olduğu arkadaş grubumda üzüntü ve şaşkınlık içeren mesajlar art arda geliyordu. Seko inanamıyorum yazmıştı. Normalde pek sık konuşmadığımız en son Dünya Şampiyonası’nda ABD’yi yenmek üzereyken yazan Murat mesaj atmıştı. Twitter’ı açtım. Tüm zaman akışım Kobe’nin ölüm haberleriyle doluydu. Aklıma ilk olarak kızı ile videosu geldi. Zaman akışını aşağıya doğru kaydırdım. Kobe Bryant çocukluğumun, gençliğimin en güzel anılarında yer alan adam, kızı Gianna ile birlikte bir helikopter kazasında aramızdan ayrılmıştı. Eşi ve diğer kızlarının halini düşünüp kahroluyordum. Gecenin geç saatlerine kadar NBA yayınında Kobe ile ilgili anıları dinledim. Kendi anılarımı hatırladım. Sabah uyandığımda acısı hala tazeydi… Biraz olsun acımı paylaşmak için bu satırları yazdım.

 Hoşçakal Kobe… Seni hep sevmiştim. Hep seveceğim.


20 Ocak 2020 Pazartesi

Sakaryaspor v Elazıgspor Maç Yazısı




TFF 2. Lig’n 19. Haftasında Sakaryaspor evinde Elazığspor’u konuk etti. Ev sahibi ekip 18. Haftada Ergene Velimeşespor’a 5-0 yenildikten sonra Atatürk Stadyumu’na taraftarı ile barışmak için çıktı. Yönetim, Velimeşespor maçında formanın önüne “kiralık” yazdırarak bir skandala imza attıktan sonra taraftardan özür dilemek için biletleri 1 TL yapsa da tribünler yine de istenilen seviyede dolmadı.

Maçı yerinde takip ettim. Eski stadın hatırası taze olduğundan yeni Atatürk Stadı daha modern olmasına rağmen aynı tadı vermedi. Öte yandan maçı stadyumda maçı izlemenin taraftarın nabzını tutma noktasında faydaları oldu. Belli bir kesimin Şaban Yıldırım’ı takımda istemediğini hayretler içerisinde dinledim. Maç içinde takımın önemli oyuncularının yollanması gerektiğine gülerek kulak misafiri oldum. Taraftarı dikkate almakla birlikte -tek ses bile olsa- her dediğinin yapılmaması gerektiğini tekrar görmüş oldum.

Şaban Yıldırım Ergene maçından farklı olarak en uçta Berk İsmail Ünsal ile başladı. Defansta da sakatlığından dönen takımın en değerli ismi Berkay Değirmencioğlu stopere geri döndü. Berkay’dan biraz bahsetmek gerekirse; Liverpool’da Van Dijk neyse Sakaryaspor’da da Berkay o kadar önemli bir rolde... Takip edenler bilir ki Liverpool’da Klopp’un önde baskı olarak özetleyebileceğimiz gegenpressing oyununu tüm defolarını kapatan oyuncu Van Dijk’tır. Van Dijk geldikten sonra Liverpool zaman içinde dünyanın en iyi takımı hüviyetini büründü. Sakaryaspor için de durum bu şekilde işliyor. Yeşil siyahlılar hangi oyunu oynamak isterse istesin Berkay olmadan sistemin devam etmesi çok zor. Ergene Velimeşespor maçında da talihsiz skorun oluşmasının başlıca sebebi Berkay’ın beklenmedik sakatlığıydı.

Elazığspor maçına gelirsek; Sakaryaspor klasik 4-3-3 düzeninde sahaya çıktı. Taraftar, puan durumunda alt sıralarda bulunan rakibine karşı daha üstün bir oyun bekliyorken Tatangalar ilk dakikalardan itibaren rakibin direnci ile karşılaştı. İki kanat oyuncusunun ileride top tutmada yetersiz kalması ve orta sahanın ceza alanı içine çok az girmesi pozisyon üretmede yetersiz kalınmasının sebebi oldu.


Sakarya Elazığ Maçı Dizilimi




Bu maçta Abdülaziz’i kaçırdığı ya da attıramadığı gollerden bağımsız değerlendirmek gerekiyor. Evet çok gol kaçırdı ama takımı ileriye taşıyan oyuncu da oydu. Bunun yanında ne orta sahadan ne de kanatlardan hiçbir oyuncunun bir ikinci forvet gibi Berk İsmail’in yanına girememesi de kırmızı karta kadar pozisyon kısırlığının nedeniydi. Bu düşünceyi istatistikle destekleyecek olursak; İlk on birdeki Nuri Fatih ve Serkan’ın golü yok. Denis’in 1, Abdülaziz’in de sadece 3 golü var.

Oyuncu
Gol
Asist
Berk İsmail

7
0
Yaser Hacımustafaoğlu

5
0
Abdülaziz Solmaz
3
0
Nuri Fatih Aydın
0
0
Serkan Odabaşoğlu
0
0
Denis Taşkesen
1
0


Takımın bütün gol yükü santrafor pozisyonundaki Berk İsmail ve Yaser’in omuzlarında; Berk İsmail 7, Yaser 5 gol attı. Yaser ve Berk İsmail'in Şaban Yıldırım’ın düzeninde birbirini yedeklediğini düşünürsek, ilk on bir oyuncularının skor potansiyelinin ne kadar düşük olduğu ortaya çıkıyor. Rakamlardan yola çıkarsak çift forvete dönmenin ya da Milli Takım’da ve Beşiktaş’ta Şenol Güneş’in zaman zaman Cenk Tosun’u zaman zaman da Kenan Karaman’ı kullandığı gibi Yaser’i kanatta kullanmak yeni bir çözüm olabilir. Yeni transfer Sinan Özkan’ın oyuna girdikten sonra “half-space” olarak tanımlanan bölgede aktif olup yaptığı verkaçla golü hazırlaması gelecek adına umut veren diğer bir konu oldu. 90 dakika aynı performansı gösterebileceği soru işareti olsa da kulübede Sinan gibi bir alternatif olması sevindirici.


Elazığ ikinci yarının başında 10 kişi kaldıktan sonra Sakaryaspor istediği pozisyonları buldu fakat gole çeviremedi. Şaban Yıldırım’ın da basın toplantısında söylediği gibi bu maçta kaçtı ama sonraki maçta bu pozisyonlar gole çevrilebilir. Pozisyona girmek daha önemli. Benim gözüme çarpan daha  önemli bir sorun 60. Dakikadan sonra orta saha direncinin düşmesi ve bu konuda saha içinde bir çözüm üretilememesi oldu. Serkan formsuz ama yedek kulübesinde bu maç özelinde iyi bir alternatif yoktu. Rıdvan Bingöl'ü ilk maçında değerlendirmek biraz haksızlık olabilir ama maalesef pek umut vermedi. Orta sahada defansif yönüyle öne çıkan yeni transfer Azad Filiz’in ve öz kaynak Özgür Kedikli'nin formları da gelecek haftalarda çok önemli olacak.


Kaçan poziyonlardan bir demet;









13 Ocak 2020 Pazartesi

Ic Savastan Los Galacticos'a: Real Madrid




“Söz İspanya’nın geçmişinden açıldı mı her şey benzersiz ve gariptir” der A. Castro. Yaşamın coşkun bir sel olup aktığı bir ışık ülkesidir İspanya, ama ne yapar eder, sonunda hep ölümü düşündürür insana ya da anlamını ölümde bulan ama ölümle bitmeyen bir şeyi: olanaksız bir umut, çılgın bir düş, bir meydan okuyuş, bir tutkuya bel bağlayış belki…*

İspanya’da futbol insanların bel bağladıkları tutkuların en büyüklerinden biridir. Mevcut konjonktürde 17 özerk bölgeye ayrılmış coğrafyada her bir futbol takımı, spor yapmak için bir araya gelmiş birkaç adamdan daha fazlasını ifade eder. Futbol öyle bir tutkudur ki dışarıdan sıradan, insancıl, neşe dolu görünen Kastilya köylerinin Hidalgo’larını, Katalunya’nın sakin balıkçılarını İber yarımadasında yaşanmış şiddet dolu tarihin esiri yapabilir. En azından doksan dakikalığına onları Şili’yi Peru’yu işgal eden amansız, ürkütücü tutkuyu içlerinde barındıran birer conquistador’a dönüştürebilir.

Futbola en çok tutkuyla bağlananlar, bu güzel oyuna en az etkiyi yapabilme kapasitesine sahip olan taraftar topluluklarıdır. Futbolu araç olarak gören ve çıkarları için kullanmaktan çekinmeyen güç sahipleri ise oyunu çirkinleştirmek için her şeyi yapabilen ve yapan kesimdir.

Cumhuriyetçiler erki elinde bulundurunca “Real” kraliyeti çağrıştırdığı için takımın ismi Madrid FC olmuştur, yine monarşiyi simgelediği düşünüldüğü için kulübün armasındaki taç kaldırılır. Milliyetçiler gücü ele alınca ise Barcelona ve Bilbao takımları başka diyarlara göç etmek durumunda kalır. Bu takımların oyuncularından bazıları geri döner bazıları ise gittiği yerlere demir atarlar.

1936 yılının Temmuz ayında sağcı/milliyetçi cephenin maliye bakanlarından Calvo Satelo’nun solcular/cumhuriyetçiler tarafından öldürülmesi, İspanya’da 3 yıl sürecek kardeş kavgasının da fitilini ateşlemiş olur. Köylüler, işçiler, komünistler ve anarşistler Cumhuriyetçi kanadı oluştururken, Subaylar, toprak zenginleri ve kiliseye bağlı din adamları Milliyetçi cepheyi oluştururlar. Haykırılan ideolojiler, arzu edilen güçler, savaş nidaları arasında 3 yıl boyunca insanlar yaşadıkları topraklardan, sevdiklerinden, özgürlüklerinden daha önce değerini bu denli hissetmedikleri normal yaşamaktan mahrum kalırlar.

İç savaş süresince kaybedilen bir başka değer de futboldur. 3 yıl boyunca spor müsabakaları rafa kaldırılmıştır. Savaş öncesinde futbola dair akıllarda kalan en güzel anı Real Madrid ve Barcelona’nın tarihlerinde ilk kez Kral Kupası finalinde destansı bir maçta karşı karşıya gelmeleridir. İki takım da dönemin -bugünkü kadar olmasa da- önemli güçleridir. 1936 yılına kadar Real Madrid 2 La Liga ve 6 Kral Kupası kazanmıştır ve başkentin gözdesidir. Katalunya’nın en iyisi Barcelona ise 1 La Liga 8 Kral Kupası kazanmıştır. Final Valencia’da Mestalla Stadı’nda oynanır. El Clasico’da omuz omuza mücadele veren Real Madrid oyuncuları, kısa bir süre sonra iki karşı cephenin düşman kardeşleri olacaklarından bihaber güçlü Barcelona karşısında yardımlaşmaya birbirlerinin açıklarını kapatmaya devam ederler.

KRAL KUPASI FİNALİNDE İLK CLASİCO ve EFSANE REAL MADRİD KADROSU

İki takım da sahaya günümüz modern futbolunda kullanılmayan taktiklerle çıkar. Gol erken gelir, Eugenio 5. Dakikada Madrid ekibini öne geçiren golü atar. Daha sonra Simon Lecue 12. dakikada durumu 2-0’a getirir. Her şey Los Blancos (Beyazlar) lehine devam ederken genç yetenek Escola 25. dakikada Barcelona’nın golünü atar ve maçı 2-1’e getirmeyi başarır. Buraya kadar normal seyreden karşılaşmada maçın son dakikalarına girilir. Barcelona’nın tek golünün sahibi genç oyuncusu Escola (22 Yaşında) ceza sahasının dışından harika bir şut çıkarır. Madrid taraftarları kalecinin görüş açısının kapalı olduğu bu vuruş sonrası büyük bir hayal kırıklığıyla karşı karşıyadır. Kaleci topa doğru hamlesini yapar ve ortalığı bir toz bulutu kaplar. Toz bulutu dağıldığında gördükleri şey kasketi başında, ellerinde Escola’nın yolladığı top ile kurtarışını tamamlamış El Divino Zamora’dan başkası değildir. Efsane kaleci Zamora jübile maçında imkânsıza yakın bir kurtarışla kupayı Madrid’e getirmiştir. 35 yaşındaki oyuncu maç sonunda omuzlara alınarak Mestalla’da futbolu zirvede bırakır.
Bugün La Liga’da en az gol yiyen kaleciye verilen ödüle ismi verilecek kadar büyük bir kaleciye (Ricardo Zamora)  sahip olan Real Madrid’in kadrosu o dönemde elbette sadece efsane kaleciden oluşmuyordu. Bir kaleciyi iyi yapan önünde oynayan defans oyuncularıydı ve Zamora bu konuda çok şanslıydı.

Jacinto Quincoces, İtalya’da düzenlenen 1934 Dünya Kupası’nda tüm seyircileri kendisine hayran bırakan bir performans göstermişti. Döneminin en iyi savunma oyuncusu olarak gösteriliyordu ve inanılmaz bir gelişim içindeydi. Milli Takım ve Real Madrid’in değişilmez oyuncusuydu. Quincoces’in savunmadaki partneri ve Zamora ile birlikte geçilmez duvarın son parçası olan Ciriaco ise defans hattında sertliği ve rakibi yıldırmasıyla nam salmış bir oyuncuydu. Kaleci Zamora, stoperler Ciriaco ve Quincoces o dönem dünyadaki en iyi defans üçlüsü olarak gösteriliyordu. Bugün La Decima’yı kazanarak tarihteki yerini alan kadro ile bağlantı kurarsak Zamora Casillas, Quincoces Ramos ve Ciriaco Pepe olarak nitelendirilebilir.

Dönemin taktik şablonları bugün Ancelotti, Mourinho gibi uzmanların kullandıklarından çok farklıydı. O döneme en yakın formasyonları 4-3-3 dizilişini bazen 2 defans 5 ortasaha şeklinde uygulayan ve Barcelona’yı uzay üssüne çeviren Guardiola’nın kullandığını söyleyebiliriz. 1936’nın Real Madrid’i tıpkı ezeli rakibi Barcelona gibi 3 forvetle oynuyordu. Sağ tarafta Simon Lecue solda Emilin ve ileri uçta Sanudo. Lecue Bask doğumlu bir oyuncuydu Betis’te yaptığı patlama sonucu Real Madrid’e gelmişti. Emilin de Biskaya (Bask Bölgesi) doğumlu bir oyuncuydu 21 yaşında İspanyanın en iyi oyuncularından bir olarak gösteriliyordu. Forvet Sanudo 1935 yılında oynanan maçta Barcelona’ya bir maçta 4 gol atmıştı, Madrid için bir kahramandı. Bale, Ronaldo Benzema bugün nasıl önlem alınamaz bir hücum gücü ise onlarda 1930’lu yıllarda toprak sahaların tozunu atıyor durdurulamıyorlardı.

Orta saha, Eugenio, Real Madrid tarihindeki ilk Meksika’lı Sauto, Luis ve Pedro Regueiro kardeşler ve Bonet’ten oluşuyordu. Saha içinde takımın lideri olan Rogueiro kardeşler cumhuriyetçiydiler. Sol Forvet Emilin ile beraber futbol oynarken dahi cumhuriyetçiler adına propaganda yapmaktan geri durmamışlardı.

Bu harika on birin dışında Madrid’de öyle bir isim vardı ki göze hoş gelen futbolu ve yeteneğiyle parmak ısırtıyordu. Şimdiki stadyuma ismini veren unutulmaz başkan Santiago Barnebau’nun favori oyuncusuydu. Onun için bir defasında şöyle demişti: “Eğer kendinizi şımartmak,  biraz eğlenmek istiyorsanız gidin ve Monchin’i izleyin.” Genç yetenek dünyanın en iyi kanat oyuncularından biri, harika bir dribling ustası ve İspanya futbolunun geleceği olarak görülüyordu.

Dönemin Los Galacticos’u olan bu kadro Kral Kupası finalinde Barcelona’yı yenerek önemli bir zafer kazandı. Başkentin gururu oldular ve herkes tarafından takdirle karşılandılar. Oyuncular İspanya Milli Takımı’nın da vazgeçilmezi olurken efsane kaleci El Divino Zamora da kariyerini rüya gibi bir jübile ile maçı tamamladı. Hikayeyi burada bitirebilseydik salondan tüm seyircilerin keyifle ayrıldığı mutlu sonla biten bir Hollywood filmi izlemiş olurduk. Fakat closing creditsin aktığı, seyircilerin salonu terk etmek üzere olduğu sırada sürpriz bir sahne belirdi beyaz perdede.

İÇ SAVAŞ VE OYUNCULARIN KADERLERİ

İspanya İç Savaşı, 17 Temmuz 1936'da General Francisco Franco'nun komutasındaki milliyetçi güçlerin seçimle iş başına gelen Cumhuriyetçi "Halk Cephesi" koalisyonuna karşı ayaklanmasıyla başlamıştır. Üç yıl süren ve İspanya'da büyük yıkıma yol açan iç savaş, 1 Nisan 1939'da milliyetçilerin zaferi ile sonlanmıştır. Savaşın sonucunda İspanya'da Franco'nun 1975'deki ölümüne kadar sürecek olan diktatörlüğü dönemi başlamıştır.

1936-1939 yılları arasında spor organizasyonlarının durdurulması sonucu Real Madrid takımı oyuncuları da başlarının çaresine bakmak zorunda kalmışlardı. Sahada tek yürek olan oyuncular savaşın getirdiği kutuplaşma ile birbirine düşman iki cephenin neferleri oldular.

Emilin ve Rogueiro kardeşler savaşın ilk dönemlerini yetimler, hastaneler ve savaş mağdurları için yardım maçları oynayarak geçirdiler. Tabii ki bu yardımları sadece Cumhuriyetçi taraf için yapıyorlardı. Savaşta ön cephede çarpışmasalar da yapılan eylemlerde başı çekiyorlardı. Bu dönemde Madrid’de Luis Roguerio’nun cephede savaşırken başından vurulduğu ve öldüğüne dair bir haber çıktı. Bu olay milliyetçiler tarafından karşı tarafın moralinin bozulmasına yönelik asılsız bir haberden başka bir şey değildi. Milliyetçi cephenin bu spekülasyonu oyuncuların iç savaşta ne denli önemli bir rol oynadığına işaret ediyordu.

Bask doğumlu üçlü, Euskadi hükümeti ( Bask ) tarafından 1937’de Avrupa ve Sovyet’lerde yardım maçları yapmak için görevlendirildi. Bütün amaç, dişleri ve tırnaklarıyla kazıyarak elde edecekleri geliri Milliyetçi orduya karşı savaşan kuzeydeki Bask savaşçılarına kaynak olarak aktarmaktı.
Eski takım arkadaşlarından Eugenio ve Simon Lecue daveti geri çevirerek İspanya’da kalmayı tercih ettiler. Emilin ve Rogueiro kardeşlerin de içinde bulunduğu, teklifi kabul eden dönemin en iyi Bask oyuncularının yer aldığı takım, Avrupa turnesine çıkmaya hazırdı. İlk olarak Fransa’ya gittiler. Henüz ilk maçlarını yapmışlardı ki sonradan Picasso’nun ünlü şaheseri olacak olan Guernica Bombardımanının haberini aldılar. Takımda moraller bozulmuştu. Luis Roguerio takım liderliğini üstlenerek yola devam etmeleri gerektiğini İspanya’da bulunan kardeşlerine başka türlü yardımlarının dokunamayacağını söyleyerek maceranın devam etmesini sağladı.

Asıl hedef olan Sovyetlere vardıklarında ise hayatlarını değiştirecek haberi duydular. Bilbao düşmüştü. Milliyetçi cephe Bilbao’yu ele geçirmeyi başarmıştı. Bunun manası bir daha geri dönüşün olmayacağıydı. Ailelerini, sevdiklerini uğruna geride bıraktıkları Bilbao düştükten sonra ellerinde yalnızca futbol kalmıştı. Onlarda futbola sıkı sıkıya sarılarak yollarına devam ettiler. Danimarka’da Paris’te maçlar yaptılar.

1937 Aralık ayında takım Amerika’ya gitme kararı aldı. Cumhuriyetçilere destek veren Meksika’da maçlar yapabilirlerdi. 15 maç Meksika’da yaptıktan sonra Küba ve Arjantin seyahatleri yaptılar. Arjantin’de FİFA, takımın yapacağı tüm maçları iptal etti. Sefalet içinde kalmışlardı. Bu dönemde oradaki İspanyolların yardımlarıyla önce Küba’ya sonra Meksika’ya geri döndüler. 1938/39 sezonunda Meksika Federasyonunu Deportivo Euskadi adıyla lige katılma konusunda ikna etmeyi başardılar. Ligde şampiyonluğa ulaşan kadro İspanya’da iç savaşın bitmesiyle dağıldı. Bir kısım Meksika’da kalırken diğerleri geriye döndüler.

Rogueiro Kardeşler Meksika’da kalarak Club de Asturias’ı kurdular, İspanya’dan ailelerini de getirerek Meksika’da kalmayı tercih ettiler. Emilin ise kendisine üçüncü bir yol buldu. 2014 yılında Dünya Kulüpler Kupası’nda mücadele eden Arjantin takımı San Lorenzo’ya transfer oldu.

Madrid’in hücum gücü Meksika ve Arjantin’de yaşamlarını devam ettirdi. Defans hattının bir numarası Zamora’nın başına gelenler ise bambaşkaydı.

EL DİVİNO/İLAH- RİCARDO ZAMORA

İç savaşın ortaya çıkmasının ardından “El Divino” Zamora Madrid’de yaşamaya devam ediyordu. Cumhuriyetçiler tarafından De La Montana kışlasının kuşatılmasından sonra El Divino’nun ismi tutuklanacaklar listesinin başında geçmeye başladı. Bu suçlamanın tek görünür sebebi Zamora’nın Katolik bir gazetede çalışıyor olmasıydı. Aslında birçok kişi bilmese de Zamora futbolculuk ve gazetedeki işini beraber yürütüyordu.

Zamora cumhuriyetçiler tarafından yakalanarak o dönem milliyetçilerin tutulduğu Modelo hapishanesine yerleştirildi. Kasım-Aralık aylarında Paracuellos Katliamı yapıldığı sırada hapishanede olan Zamora bu katliamın bir kurbanı olabilirdi. Madrid’de çıkan olaylardan endişelenen Cumhuriyetçiler, hapishanede tuttukları milliyetçi yazar, din adamı, sivil, sporcu vb. insanların örgütlenerek ayaklanacağından korktular. Hepsini serbest bırakılmak vaadiyle kamyonlara doldurarak Paracuellos del Jarama ve Torrejón de Ardoz denilen yerlere götürerek infaz ettiler. En az 1000 en çok 4000 kişinin bu katliamda öldürüldüğü düşünülmektedir.

Zamora Paracuellos del Jarama’ya gidecek kamyona binmek üzere sırada beklerken bir asker tarafından fark edilmiştir. Oğlundan aktarılan bilgiye göre Zamora ölüme sadece bir adım uzaktaydı : “Bir grup mahkûmla birlikte hapishaneden dışarıya götürülüyordu. Şüphesiz ki hepsi kurşuna dizileceklerdi, o sırada hayatını kurtaracak olan asker onu tanıdı. Asker ona kendisini takip etmesini söyledi ve hapishaneden kaçmasına olanak sağladı. Eğer o otobüse binmiş olsaydı muhtemelen ölmüş olacaktı.” (Bu açıklamalar Guerra en Madrid adlı web sitesinden alınmıştır) 

Futbol camiasında Zamora’ya verilen destek tamamen karşılıksız ve şartsızdı. Herkes onun kim olduğunu ve İspanya için ne ifade ettiğini biliyordu. Valencia ve Katalunya arasında oynanan dostluk karşılaşmasında iki tarafın kaptanları Iturraspe ve Vantolra saygı duyulacak biçimde Generalitat’ın (Cumhuriyetçi Yönetim) başkanı Lluis Companys’e selam durdular ve İspanya futbolunu yukarıya taşıyan bir sporcu olan ve faşist olmayan Zamora’nın cezasının sonlandırılmasını istediler.

Zamora hapisten futbolculuğundaki şöhreti sayesinde kurtulduktan sonra önce Arjantin Elçiliğine sonra Fransa’ya sığındı. Fransa’dan yaptığı açıklamada şunları söylüyordu: “ İspanya’daki insanlara söyleyin ben faşist değilim ve tek arzum ülkeme dönüp tamamen güvenli bir ortamda ülkem için çalışmaktır.”

1938 yılında Zamora ülkesine geri döndü. Bu dönemde kaderin bir cilvesi, iki taraf arasında bir dostluk maçının organize edilmesi uygun görüldü. O maçta, dünyadaki en iyi defans üçlüsü Real Sociedad ve milliyetçi kamptan oyuncuların oluşturduğu takımların dostluk maçında son kez tekrar beraber sahaya çıktılar. Quincoces, Ciriaco ve Zamora hayatlarında son bir defa rakiplerine duvarı beraber ördüler.

MONCHİN TRİANA: KADERİNDEN KAÇAMAYAN ADAM

Her oyuncu Ricardo Zamora kadar şanslı değildi. Zamora ile Paracuellos del Jarama’ya götürülmek üzere sıraya giren genç bir adam o kamyona bindi ve son yolculuğuna çıktı.

Santiago Barnebau’nun “eğlenmek istiyorsanız bu çocuğu izleyin” dediği Monchin, Madrid’de yaşayan zengin bir ailenin çocuğuydu, Katolik ve Monarşistti. Savaş zamanında Ramon”Monchin” Triana, üç erkek kardeşi ve babası ile birlikte cumhuriyetçiler tarafından aranıyordu. Aramaların hepsi sonuçsuz kalmıştı ta ki cumhuriyetçilerin kız kardeşini ve annesini ölümle tehdit ettikleri güne kadar.

Aile bu durum karşısında bir araya geldi ve babanın saklanmasını diğer üç futbolcu kardeşin ise ortaya çıkmasını kararlaştırdı. Futbolcu oldukları için affedileceklerini düşünmüşlerdi. Monchin, Enrique ve Ignacio teslim oldular ama karşı tarafın aklında affetmek yoktu. Kardeşler ölüme mahkûm edildiler ve Modelo hapishanesine götürüldüler. Mahkûmlar infaz edilmeden önce hapishanede bir futbol maçı organize edildi. Monchin Triana ve Ricardo Zamora bu maçta son kez beraber oynadılar. 7 Kasım şafağında bir kamyon mahkûm son yolculuklarına çıktılar Monchin de onlardan biriydi. Paracuellos Katliamında hepsi öldürüldü.

SAVAŞ SONRASI

The United filminde, meşhur uçak kazası sonrası Jimmy Murphy’nin Matt Busby Münih’te hastanede tedavi oluyorken Manchester United’ı nasıl yeniden inşa ettiği anlatılır. Real Madrid’in iç savaş sonrası toparlanma öyküsü belki Manchester United kadar masum değildir ama bir o kadar zor olmuştur. Takım henüz Franco’nun desteğini arkasına almamış, stad yıkılmış, oyuncular dağılmıştır. En iyi oyuncuları bir anda düşmanları oluvermiştir. Ama başkent temsilcisinin de bir Jimmy Murphy’si vardır: Pedro Parages

19 Nisan 1939’da savaş bittikten sonra, Real Madrid oyuncularının öncülerinden, teknik direktör ve başkan Pedro Parages, kulübü tekrar yapılandırmak için bir kurul toplar. Savaş Chamartin Stadını mahvetmişti, oyuncuların çoğu dağılmıştır. Real Madrid’in kaderi tehlikededir.

Parages, birkaç kişinin de yardımıyla 1939 Kasım’ının sonunda neredeyse herkesi bir araya getirmeyi başarır. Chamartin Stadı onarılır ve yeni bir takım oluşturulur. Bu savaş mağduru yeni takımın eski üyeleri de vardır: Quincoces, Leoncito, Lecue, Sauto, Lopez Herranz ve Mendez-Vigo Los Blancos için geri dönerler. 3 Aralık 1939 yılında takım savaştan sonra ilk resmi maçını oynar…


KAYNAKLAR
*http://www.vavel.com/es/futbol/real-madrid/319489-el-real-madrid-durante-la-guerra-civil.html?utm_source=dlvr.it&utm_medium=twitter
*İspanya Bir Başka Avrupa -Gül Işık
















Ergene Velimesespor vs Sakaryaspor Maç Yazısı



Sakaryaspor 2019/20 sezonunun ikinci yarısına 17 maç 17 final parolasıyla başladı. İkinci devrenin ilk maçında Tekirdağ’ın Ergene İlçesi’nin mütevazı takımı Velimeşespor’la karşılaştı. Devre arası takıma katılan Onur Eriş, Azad Filiz ve Rıdvan Bingol transferleriyle yeni bir başlangıç yapmak isteyen yeşil siyahlılar 10 bin nüfuslu deplasmandan hiç beklemedikleri bir sonuçla, 5-0’lık bir mağlubiyetle ayrıldı.

Maça sahadaki hezimetin yanında Sakaryaspor’un formasına kiralık yazması damga vurdu. Bazı kesimler köklü bir geçmişe sahip, Türk futboluna onlarca yıldız kazandıran camianın reklam bulamamasını sponsorların ayıbı olarak görse de aslına kazın ayağı pek öyle değil. Öncelikle Sakaryaspor’un Milli Takım’a oyuncular yetiştirdiği dönemler çok eski günlerde kaldı. Sakaryaspor altyapısından çıkıp Milli Takım’a katkı sağlayan oyuncu şu anki Milli Takım’da yok. Mustafa Pektemek’ten beri üst düzeyde oynayan alt yapı oyuncumuz yok. Bugün gerçeklerle yüzleştiğimizde en büyük alamet-i farikası olan altyapısından oyuncu çıkaramayan, verimsiz onca transfere bir yığın para harcayıp sezon sonunda istediği sonucu alamayan bir Sakaryaspor var. Maddi imkansızlıkların kol gezdiği ortamda her sezon yeni takım kuran, eski ünlü yeni hocalara kapılarını açıp, Süper Lig çıkması oyunculara, menajer çocuklarına sözleşme veren bir Sakaryaspor var. Ligler çıkılır, düşülür. Sakarya ben kendimi bildim bileli lig çıkıyor; lig düşüyor. Planlı bir altyapı yatırımı yapılmaz, sistemli bir ekonomik düzen kurulmazsa sezonluk başarı/başarısızlıklarla asansör takım hüviyetimiz devam edecek. Çare ekonomik tasarruf ve altyapıda; bundan kaçış yok.
Gelelim Velimeşespor maçına; görüldüğü üzere Sakaryaspor’da sorun saha içindekinden çok daha büyük. Velimeşe maçında saha içine baktığımızda geçen seneye göre zayıflayan bir hücum hattı. Sakatların da etkisiyle alternatifi olmayan bir savunma çizgisi ve birbiriyle uyumsuz bir orta saha vardı.


Hücumdan başlayalım. Sakaryaspor kaba olarak 4-2-3-1 düzeninde oynuyor. Bu düzende kanat oyuncularının forvet özelliği taşıması elzemdir. Eğer forvetiniz 30 gol atmayacaksa sol ya da sağ kanattaki oyuncunun minumum 10 gol atması gerekir. Geçen yıl benim kişisel olarak beğenmediğim Zahit Fındık gol katkısı vermişti. Bu yıl Zahit’in yerine takıma gelen ve ilk yarı sonunda ailesel sebeplerle takımdan ayrılan Okan Baydemir ilk yarıda sadece 1 gol atmıştı. Dilaver ve Abdülaziz kıyaslamasına girmiyorum. Berk İsmail ve Yaser bu lig için yeterli isimler olsa da Batuhan Karadeniz, Dilaver Güçlü ve Zahit Fındık’ın takımdan ayrılması Tatangalar’ın hücum gücünü ciddi ölçüde zayıflattı.

Orta sahada Oğuz Kocabal’ın gidişinin ardından ön libero mevkiinde birçok deneme yapıldı ve yapılmaya devam ediliyor. Yeni transfer Azad Filiz’in gereksiz kırmızı kartı sonrasında Elazığ maçında yeni bir deneme daha izleyeceğiz. Özgür Kedikli 3. Lig döneminde beğendiğim bir oyuncuydu. Bu ligde ne kadar faydalı olacağı hala soru işareti. Serkan Odabaşoğlu’nun savunma anlamında ciddi sorunları var. Yenilen gollerde bu fazlasıyla hissedildi.  Tüm suçu Serkan’a yıkmak tabii ki haksızlık olur. Azad-Serkan ve Fatih Aydın orta sahası birbirinden çok kopuk kaldı. Bu üç oyuncunun ya da onların yerlerine oynayacak oyuncuların birbirine daha yakın oynadığı ve defans ile hücum arasındaki bağlantıyı daha kompakt kurabileceği bir yapının kurulması gerekiyor. Bu noktada bilekleri daha yumuşak ve oyun görüşü daha iyi olan Denis Taşkesen ismi önem kazanacak.

Bu noktada Sakaryaspor’un yıllardır süregelen bir sorununa dikkat çekmek istiyorum. On numara pozisyonu Sakaryaspor için yıllardır çok verimsiz bir şekilde kullanılıyor. Umut Pusat’lar, Umut Sözen’ler kimler geldi kimler geçti biz on numaradan ne gol ne de asist anlamında yeterli verimi alamadık.

Yenilen beş gole rağmen bu takımın en önemli bölgesi savunma. Ferit-Berkay-Ümit Yasin-Canberk ve kalede Oğuz Çalışkan ile bu beşli ligin en kaliteli defans çizgilerinden birisi. Sakarya bu sene playoff ile şampiyonluk kovalayacaksa bunu defansının üstün formuyla yapacak. Sakarya’da defansın kötü oynama lüksü yok. Bunu Velimeşe maçında tekrar gördük. Defanta sağ bekte sabit kalıp Canberk’le hücuma çıkmak daha mantıklı gözüküyor. Ferit’in geri dönüşlerinde problem var. Aynı problem Canberk’te de var ama genç olduğu için bu yönünü geliştirebilir.
 Savunmada stoper ve bek arasına atılan toplarda büyük zafiyet yaşıyoruz. Orta sahanın dönen topları toplama konusundaki yavaşlığı bu zafiyette önemli rol oynuyor. Tabii ki defansın daha ofsayt çizgisini iyi kurması ve daha çabuk olması gerekiyor.



Gelelim Cihat Aktaş konusuna. En son suçlanacak isim genç futbolcuydu. Ayakları iyi, gelecek vadeden bir stoper kötü bir gün geçirdi. Berkay’ın son andaki sakatlığı sonrası kendini on birde buldu. Güçlenmesi, hızlanması, pozisyon bilgisini geliştirmesi gerekiyor. Zamanı var. Zamanı gelince oynarsa katkı verecektir. Yönetimin stoper alternatifi transfer edememesinin faturasını Cihat ödedi. Umarım taraftar iç saha maçında şehrinin çocuğuna sahip çıkar.


Maçın yıldızı Fatih Dilek için de birkaç söz söylemeden geçemeyeceğim. 2 golünü bir de asistle süsledi. Attığı ilk gol jeneriklik bir goldü. Adeta 3 oyuncumuzun arasında slalom yaptı ve sonunda köşeyi nefis gördü. İlk golde de yaptığı orta fotoğraftaki tüm oyuncuları oyundan düşürdü. Yine maç içinde forvetin değerlendiremediği isabetli çok iyi ortalar yaptı. Küçük bir mahalle takımının gösterdiği performans takdiri hak ediyor. Demek ki doğru yönetim ve doğru planlama ile iyi futbol oynanabiliyormuş.



Sakaryaspor’u zor bir ikinci yarı bekliyor. Kadro kalitesi olarak rakiplerinin gerisinde bir takım var. Şaban Yıldırım bir an önce elindeki kadro kalitesinin gerçekçi bir bakış açısıyla ele almalı. Bu kadroya göre bir oyun planı düşünmeli. Çok popüler bir fikir olmadığını biliyorum ama şahsi kanaatim sezon sonunda sıralama ne olursa olsun gelecek sezon Şaban Yıldırım ile devam edilmeli. Kendi kurduğu bir kadro ile tüm sezon hocanın oyun anlayışını görmek istiyorum Her şeye rağmen bu sezon Sakaryaspor’un playoff mücadelesi devam edecek. Unutulmamalıdır ki Sakaryaspor iç sahada her takımı yenebilecek güçte bir takım. Playoff'a kaldıktan sonra göç sezonunda tekrar görüşmek dileğiyle.